Edebiyat

Roman

Roman nedir?

Olmuş veya olması mümkün bir olayla birbirlerine bağlanmış çeşitli insanların, ailelerin, cemiyetlerin başlarından geçen çeşitli hadiseleri tafsilatıyla hikaye eden edebi eser. Kelime, "gerçek veya hayali bir olayın mensur hikayesi" manasına gelen ramonus kelimesinden çıkmıştır. Edebi bir tür olarak romanın da şiir gibi kesin ve herkes tarafından kabul edilen bir tarifi yokturroman

Onuncu yüzyıldan itibaren bütün dünyada önce destanımsı hikayeler, daha sonra şövalye romanları, romantik romanlar ve gerçekçi romanlar görülmüştür. On altıncı yüzyılın sonundan itibaren gelişmiş romanlara rastlanmaya başlanmıştır.

Türk edebiyatında ilk roman ve hikaye Tanzimat döneminde tercüme yoluyla görülür. 1860-1880 arasında Batılı klasik yazarlardan ilk çeviriler yapıldı. Bunlardan birkaçı; Fenelon’dan Terceme-i Telemek (1862), Victor Hugo’dan Magdur’in Hikayesi (1862), Daniel Defoe’nin Robenson Hikayesi (1864), Atala, Paul ve Virginie, Monte-Cristo, Gulliver’in Seyahatnamesi’dir. Bu ilk tercümeler konuları bakımından Türk okuyucusuna yabancı değildir. Divan edebiyatındaki mesneviler ile Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı gibi halk hikayeleri, meddah hikayeleri ve dini-destani hikayeler yüzyıllardır roman ve hikaye ihtiyacını karşılayan eserlerdir.

Tanzimat romanı veya Tanzimat dönemi romancıları, Türk toplumu meselelerini (her sahada olduğu gibi) Batılı Türk Aydını gözüyle ve Avrupa kültürü anlayışıyla gördükleri için, yerli hayatı anlatırken Batılı yazarların tesirinde kaldılar. Bu yüzden de işledikleri tema (düşünüş, konu)lar, Batılı yazarlarda görüldüğü gibi aile hayatı, esaret, alafrangalık, gibi mevzulardır. Şemseddin Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat’ı (1872), Ahmed Midhat’ın Teehhül’ü, Sami Paşazade Sezai’nin Sergüzeşt’i bunlara örnektir.

Romanda işlenen esaret konusuna örnek teşkil eden romanlar ise Namık Kemal’in İntibah’ı, Sami Paşazade Sezai’nin Sergüzeşt’i, Nabizade Nazım’ın Zehra’sıdır.

Diğer bir tema da alafrangalık meselesidir. Batı medeniyetini bir din gibi gören bazı Tanzimat aydınları, romanlarında, sözde tenkit eder göründükleri alafranga tiplere yer verirler: Ahmed Midhat’ın Felatun Beyle Rakım Efendi’si, Recaizade Mahmud Ekrem’in Araba Sevdası gibi. Bunları daha sonraki dönemlerde Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Şık’ı, Şıpsevdi’si, Yakub Kadri Karaosmanoğlu’nun Kiralık Konak’ı, Sodom ve Gomore’si, Peyami Safa’nın Sözde Kızlar’ı, Abdülhak Şinasi Hisar’ın Ali Nizami Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği romanları takip eder.

Servet-i Fünun (1896-1901), Türk romanının teknik olgunluğa ulaştığı dönemdir. İkinci Abdülhamid Hanın Avrupai manada okullar açtırması ve siyasi aşırılıklara fırsat vermemesi bu dönem romancılarını (sanatkarlarını) geniş imkanlara kavuşturmuş; siyasi tenkitten uzaklaştırmış, ferdi sahada (hissilik, içe kapanma, aile gibi) eserler vermeye yöneltmiştir. "Sanat sanat içindir" görüşü benimsenmiş, Tanzimatçıların aksine aydın ve seçkin kesime seslenilmiştir.

Tanzimatçıların "Batılı kültür" anlayışları Servet-i Fünunda "Batılı sanat" anlayışına dönmüş; bunda, yetiştikleri dönemde Batı anlayışına göre öğrenim görmeleri de tesirli olmuştur.

Fransız edebiyatının etkisiyle realist ve naturalistler örnek alındı. Halid Ziya Uşaklıgil’in Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnu; Mehmed Rauf’un psikolojik tahlile yer veren Eylül romanı realist roman örnekleridir. Aynı dönemin natüralist romancılarından Hüseyin Rahmi Gürpınar, fert-toplum ilişkilerini (daha çok çatışmaları) işlerken "toplum için sanat" görüşünü benimser. Yakub Kadri Karaosmanoğlu, realist ve naturalist bir romancı olarak Tanzimat sonrasının siyasi ve toplum gelişmelerini kronolojik bir sırayla anlatır: Hep O Şarkı, Kiralık Konak, Sodom ve Gomore, Yaban, Ankara gibi. Halide Edib Adıvar, ruh tahlili yaptığı romanlarında ve töre romanlarında daha ziyade Batı kültürüyle yetişmiş aydınların Cumhuriyet dönemine kalmış bir temsilcisidir. Misal olarak; Ateşten Gömlek, Sinekli Bakkal, mektup türüne örnek Handan romanları gösterilebilir.

İkinci Meşrutiyet (1908) sonrasının diğer sanatçıları arasında; Refik Halid Karay, Reşad Nuri Güntekin, Peyami Safa, Memduh Şevket Esendal, Cevad Şakir Kabaağaçlı(Halikarnas Balıkçısı), Abdülhak Şinasi Hisar vs. sayılabilir.

Cumhuriyet dönemi romancılarından Ahmed Hamdi Tanpınar, Kemal Tahir, Tarık Buğra, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Orhan Kemal, Yaşar Kemal tanınan isimlerdir.

Romana ait unsurlar

Romanlarda konu, bir temel olayın etrafında gelişen iç içe olaylar zincirinden doğar. Bunların olmuş veya olabilir vasfı taşıması önemlidir. Hayatın normal akışına ters düşen sivri tesadüfler, olağan dışı ender vak’alar romanda makul sayılmaz. Ele alınan bir konu bir plan dahilinde işlenir. Bu plan kısaca "giriş (serim)", "gelişme (düğüm)", "sonuç (çözüm)" şeklinde özetlenir. Bazı romanlarda bu planın sırası değiştirilerek uygulandığı da görülür.

Romanlar, bilinen bir tarihte ve belli bir süre içinde geçen olayları konu alır. Bu bakımdan romanlarda önemli bir zaman yazarın yaşadığı çağ olabildiği gibi geçmiş veya gelecek zaman da olabilir. Bazı romanlar ise yalnızca birkaç saat içinde vukua gelen olayları konu alır.

Kahramanlar, toplumda rastlanabilir, yaşayabilir veya yaşamış kişiler arasından seçilir. Bunlar toplumun her tabakasından olabilir. Her türlü huy ve karakterleri doğruya yakın bir şekilde ele alınır. Hatta aynı kişinin zıt mizaç ve huyları, olduğu gibi işlenir.

Son zamanlarda yazılan romanlarda kahramanlar ve konu kaybolmuş, roman demek roman yazarının boş zamanlarında tutulduğu illüzyon (hayali görüntüler) veya rüyamsı kişi ve olayları bölük pörçük sıralamak gibi anlaşılmaya başlanmıştır. Ayrıca ideolojik fikirler ağır basmaya başlamıştır.

Romanlarda çevre, okuyucuya tasvirle anlatılır. Bu, bir kasaba, şehir veya köy olabilir. Bunların hepsinin kullanıldığı romanlar olduğu gibi yazarın tasarladığı ideal, gerçek üstü bir çevre de olabilir. Burada önemli olan çevrenin coğrafi bir mekana yerleşmesidir.

Romanların hemen hepsinde bir gaye vardır. Bu amaç bazılarında konu ve üslup içine iyice gizlenmişken, bazılarında çok açıktır. Böyle romanlara "tezli roman" denir. Belli bir ideolojiye bağlı romanlarda bu husus daha açık olarak meydandadır. Bilhassa materyalist ideolojiye bağlı olanlarda bu amaç o kadar ileri gider ki, okuyucuda bir roman değil, doktrin kitabı okunuyormuş havası uyanır. Her edebi eserde olduğu gibi romanda da üslup son derece önemlidir. Bazı romancılar eserdeki konuların, olayların, duygu ve fikirlerin eskiyip ölebileceğine, fakat mükemmel bir üslubun onları yaşatmaya devam edeceğine içten inanmışlar ve üslup üstünde büyük hassasiyet göstermişlerdir. Kelimelerini, cümlelerini ve anlatım tarzlarını buna göre düzenlemişlerdir. Ancak bazı roman yazarları ve özellikle marksist tezli roman yazıcıları bu hususta da bayağı bir yol tutmuşlar, galiz ve çirkin kelimeleri, küfürleri, iğrenç terim ve deyimleri rahatlıkla ve bol bol kullanmışlardır. Roman Çeşitleri

Romanlar edebi akımlara göre klasik, romantik, realist, sürrealist, popüler roman gibi isimlerle sınıflandırılabildiği gibi, iç yapısına göre de tarihi roman, macera romanı, sosyal roman ve tahlil romanı olarak çeşitlendirilirler.

Tarihi roman

Konularını tarihte yaşamış kahramanlar ve onların başlarından geçen olaylardan alır.

Romancı bu kahraman ve olaylar üstünde az çok değişiklik yapabilir. Ancak başarılı bir tarihi roman, gerçeği buğulandırmadan zevkle okunur bir üslupla yazılmış romandır. Tarihi roman yazmak için yalnız kahraman isimleri ve olayların kronolojisini bilmek ve vermek yetmez. Olayın yaşandığı zamanı, coğrafi özelliklerini, sosyal, kültürel ve sanat değerlerini çok iyi tanımak ve o zamanda topluma hakim olan inanç, ideal ve anlayışları da iyice bilmek gerekir.

Macera romanı

Günlük hayatta her zaman rastlanmayan değişik, şaşırtıcı, beklenmez, esrarlı olayları konu edinen romandır. Bu romanlarda vak’a yani olay hemen her şey demektir. Bunlar yeni keşfedilmiş veya tasarlanan ülkelerde geçer. Hayali olabilir. Ancak olağandışı unsurlar taşımalı, korkunç ve acayip hisler uyandırmalıdır. Olayların akışı ve iç içe girmesi çok süratli olmalı, okuyucudaheyecan ve merak uyandırmalıdır. Kahramanları kurnazlık, maddi kuvvet ve cesaretleriyle üstün vasıflıdırlar. Daha çok silahşör, şövalye, polis, ajan ve casuslardan seçilir. Hep hareket halindeyken tanıtıldıklarından ruh yapıları üstünde durulmaz. Bu romanlarda fikir zenginliği yoktur. Maksat şaşırtıcı ve heyecanlı konularla okuyucuya hoşça vakit geçirtmektir.

Sosyal roman

Romancıların yaşadıkları toplumu, o toplumu ilgilendiren meseleleri yeni bir açıdan ele alarak yazdıkları romanlardır. Gizli veya açık bir maksat telkinine çalışırlar. Kişiler, bazı meslek ve sınıfları temsil eden birer tip olarak alınır. Olaylar, sosyal sebeplerle açıklanmak istenir. Ruh tahlilleri ve duygu derinlikleri arka plana atılmıştır. Bütün tezli romanlar bu gruptandır.

Tahlili roman

Dış alemde geçen olaylardan çok, kahramanın iç dünyasını ve insan benliğinin kişi ve toplum çatışmaları içindeki belirtilerini konu edinen romanlara denir. Fertçi bir görünüş hakimdir. Kahramanları olan kişileri bütün derinlikleriyle ortaya koyarlar. Çok defa aşırı ülküler, sert ihtiraslar, derin hisler taşıyan ve bazen sakat ruhlu dengesiz insanları ele alarak işlerler.

Batı edebiyatında mühim yer tutan roman, batı toplumunun sosyal hayat, inanç, örf ve adetlerine uygun bir türdür. Tanzimattan sonra gittikçe artan bir hızla benimsenmeye başlayan batılı hayat anlayışıyla birlikte Türk edebiyatında da örnekleri artmıştır. Batılı romanın iskeleti çok defa iki kadın bir erkek veya iki erkek bir kadın arasında geçen aşk maceraları üstüne kuruludur. Buna bağlı olarak gelişen diğer hadiseler ve çeşitlenen kahramanlar roman iskeletinin diğer dereceli unsurlarını teşkil eder.

Tanzimat öncesi dönemde Türk cemiyetinde böylesine olaylara ender rastlandığı gibi, bunların tasviri de kötünün tekrarlanarak yaygınlaşması ve böylece gitgide normalmiş gibi görülmesine mani olunmak için dinimizce de yasak bilinmiştir. Bugün modern eğitimciler; toplumun ahlaki yapısının bozulmasında kötü örneklerin başta TV, radyo ve basın olmak üzere her türlüyayın vasıtalarıyla halka çok sık ve devamlı gösterilmesinin birinci amil olduğunu belirterek eski Türk toplum sağlığı anlayışının doğruluğuna işaret etmektedirler. Ayrıca cemiyetin her tabakasına hakim olan sade bir hayat anlayışı, ortak iman, amel ve ahlak düsturlarına samimi bağlılık, batılı tarzda bir roman anlayışı ve buna bağlı eserlerin doğmasına fırsat vermeyecek ve lüzum göstermeyecek diğer mühim unsurlardır.

Sözlükte "roman" ne demek?

İnsanın ya da çevrenin karakterlerini, göreneklerini inceleyen, serüvenlerini anlatan, duygu ve tutkularını çözümleyen, imgesel ya da gerçek olaylara dayanan düzyazı biçiminde, uzun yazın türü.



Hikaye Örnekleri

KUYUCAKLI YUSUF

Yusuf, Anadolu'nun sayısını Allahın bileceği, ortada kalmış çocukla­rından biridir. Doğduğu yerden ötürü adına bir de "Kuyucaklı" sıfatı ek­lenmiş, böylelikle -ne kadar mümkünse o kadar- bir unvana soyluluğa ulaştırılmıştır.

Yusuf'un kötü kaderi, daha dünyanın ne olduğunu bilip öğrenmeden önce başlamıştır: Bir gün köylerim basan haydutlar ana, baba kavim kar­deş gibi bir arada büyümeğe başlarlar. Okul çağı gelince kaymakam Yu­suf'u kızı ile birlikte okula yazdırır. Küçük çocuk hiç de aptal değildir; hatta cin gibi zekidir. Fakat türlü ruh çalkantılarının ve dış etkilerinin al­tında garip, vahşi bir ruh yapısına ulaşmıştır. Bu yüzden okulu sevmez ve okuyamaz.

Kaymakam ve Muazzez Yusuf'u ne kadar sevmekte iseler, kaymakamın eşi Şahende Hanım da bu çocuktan öylesine nefret etmekte, her fırsatta hırpalamaktadır. Böylece yıllar geçer. Yusuf gelişip serpilir. Şimdi onun dünyada tek üstüne titrediği varlık, tam çözümleyemediği duygularla bağ­lı olduğu Muazzez'dir. Her şeyi iyiye yoran kaymakamın her şeyi kötüye yoran Şahende Hanımın tutumlarına güvenemediği için, Yusuf Muazzez'in üstüne kol kanat germektedir.

Bir gün Yusuf, kardeşliği ile birlikte bir bayram yerindedir. Burada es­ki arkadaşlarından, şimdi kasabada külhanbeyliği ile tanınmış Şakir'e rastlar. Şakir, Yusuf'un gözü önünde Muazzez'e laf atar, hatta daha da ile­ri gider. Gözü dönen delikanlı onu epeyce hırpalar.

Ne var ki, Şakir güçlü ve varlıklıdır. Ne pahasına olursa olsun Muaz­zez'i evine atacaktır. Bir gün bir düzen hazırlar; babasıyla birlikte kayma­kamı kumara oturtup, altından kalkamayacağı bir borca sokarlar. Şa­kir'in babası, bu borca karşılık Muazzez'i oğluna ister; kaymakam çare­siz razı olur. Ama Yusuf işe karışır, yakın dostu olan bir bakkaldan para alıp kaymakamın borcunu öder. Şimdi Muazzez bu bakkalla evlenecektir.

Şakir, Yusuf kadar, bakkala da düşman olmuştur. Düğünde, kaza süsü vererek, güveyi öldürür; yolunu yordamını bularak cezadan da kurtulur. El altında hâlâ Muazzez'i istemekte, baskı ve tehditlere başvurmaktadır.

Bu sırada Muazzez bir gün Yusuf'a açılır: Kimseyi istemediğini, sade­ce kendisini sevdiğini, onunla evlenmek istediğini anlatır. Yusuf, bu itiraf karşısında büyük sarsıntı geçirir. Aslında, kendini bildi bileli o da Muaz­zez'i sevmektedir. Ancak bir arada büyümüş olmalarından, bir de belli bir işin sahibi bulunmayışından dolayı ümitsizdir.

Durumu öğrenen ve kızını zengin Şakir'e vermeyi kafasına koymuş bu­lunan Şahende Hanım -peşkeş çekercesine- Muazzez'i onlara götürür, zamanlı zamansız onunla buluşmasını sağlar. Kadın bir oldubitti yapma­yı kollamakta, fakat Yusuf'tan çekinmektedir. Bunun üzerine Yusuf'la Mu­azzez anlaşırlar. Delikanlı bir gece genç kızı alıp komşu köylerden birine kaçırır; nikâhım kıydırıp onunla evlenir.

Şahende Hanım, olay karşısında küplere binmiştir, fakat kaymakam son derece memnundur. Belki hırçın, dik başlı, ama alabildiğine mert olan damadını yanına çağırır, ona dairede küçük bir memurluk da verir. Şahen­de Hanım bu oldubittiyi bir türlü hazmedememekte, fakat kocasına karşı gelemediği için dişini sıkmaktadır.

Yusuf'la Muazzez, anlayışlı bir yuva kurmuş olmanın mutluluğuna da­ha tam var âmâdan, kaymakam bir kalp krizi sonunda ölünce Şahende Hanım yeniden ortalığı karıştırmaya başlar. Bu arada Şakirler de boş durmazlar; yeni gelen kaymakama tesir edip Yusuf'u dairedeki görevin­den ayırtıp gezici köy tahsildarlığına verdirirler.

Şahende Hanım şimdi yeni kaymakamla, Şakirlerle tam bir birlik kur­muş, evini onların içi ve eğlence merkezi yapmıştır. Kızını da bilerek ve kasten fuhuşa doğru itmektedir. Kısa zamanda dedikodu ortalığı kaplar. Dostları, olan biteni Yusuf'a bildirirler.

Artık insanlara karşı inancını ve saygısını kaybetmiş olan Yusuf, bir gece ansızın evlerine çıkagelir. Beynini kurutan feci durumu görünce ken­dini büsbütün yitirir. Şakir'i, kaymakamı, kaynanasını bir solukta çekip öldürür. Ortaya sürülmüş olan karısını koltuklayıp soluğu şehir dışında alır. Ama tabancasından çıkan kurşunlar Muazzez'i de ağır yaralamıştır. Genç kadın biraz sonra oracıkta ölür.

Yusuf tam bir alt üstlük içindedir. Robot gibi davranışlarla karısını orada bir çukura gömer. Başını alıp bir yönlere doğru savuşur. Nereye gittiğini kendisi de bilmemektedir.

 

KUYUCAKLI YUSUF

 

-Romandan Bir Parça-

(Aşağıdaki parça, Yusuf'un, evinde âlem yapanları ve kızını fuhuşa zorlayan kaynanasını öldürüp Muazzez'le birlikte kaçışım anlatan, roma­nın son bölümüdür.)

"... Yusuf hayvanın daha ileriye gidemeyeceğini anlamıştı. Elleriyle Muazzez'i tutarak yere atladı. Sonra karısını aşağı çekti. Muazzez'in vü­cudu bir çocuk kadar hafif ve ince indi. Onu tekrar gocuğuna sardı. Ke­nardaki ağaçların altına doğru yürüdü. Beyaz at, dizginlerini yerde sürükleyerek arkalarından geliyordu. Yusuf ağzını Muazzez'in yüzüne yak­laştırdı. Yarasının nerede olduğunu sormak ve hemen bir yerinden bir bez yırtarak onu sarmak istiyordu.

Karısının muntazam nefesi yüzüne çarpınca durdu. Her tarafı örten karların verdiği bir ışıkla kucağındaki kadının yüzüne baktı. İçi bir saadet hissiyle ürperdi. Kısa ve belirsiz nefesler alarak uyuyan bu çehre, yine es­ki Muazzez'in çehresiydi.

Bir müddet evvel yatakta uzandığını gördüğü harap ve yorgun insanla bunun hiçbir alâkası yoktu. Karların yıkadığı yanaklar mat bir beyazlıkla parlıyor, nemli saçlar etrafa bir bahar kokusu neşrediyordu. Cildi şeffaf denecek bir hal almıştı. Ve bunun atından sanki bir çocuk ruhunun aydın­lığı dışarı vuruyordu.

Yusuf yavaşça gocuğundan sıyrıldı, karısının her tarafını sardı ve onu bir ağacın atına yatırdı. Kendisi de sırtını aynı ağaca verip oturdu. Göz­lerini, geldikleri yola dikerek, zihnini toplamaya çalıştı. Buldukları yer iki dağın arasında, oldukça yüksek bir geçitti. Karşıya bakılınca sarp kaya­lardan ibaret bir dağ görünüyor ve arkalarında, geldikleri yolun hizasın­da, Edremit ovası uzanıyordu.

Aradan geçen zaman, Yusuf'un ruhunda da birçok değişiklikler yapmı­şa benziyordu. Muazzez'in orada, yanı başında ve tamamen kendisine ter­kedilmiş olarak yatması ona istediği kadar saadet vermiyor, hatta içini korkuya benzer bir nevi ürpermelerle dolduruyordu. Hatıraları Muaz­zez'e doğru kayınca aklına başka bir gece hiç de tatlı olmayan bir gece geldi. Muazzez o akşam, bilinmez bir hissin tesiri altında, kocasının boy­nuna sarılarak: "Yusuf, ben senden korkuyorum!" demişti.

Karısının, o sözleri söylerken, farkında olmadan bu akşamı kastetmiş olduğu düşüncesi birdenbire zihninde belirdi; yerinden fırlayarak:

"Neden, neden?" diye bağırdı. "Neden benden korkuyorsun ne yaptım ben sana?"

Gidip onu kaldıracak ve soracaktı. Fakat önünde uzanan ve siyah tif­tikten yapılmış gocuğun içinde hiç kımıldamayan bu vücuda dokunmaktan korktu. Bir daha yerine de oturamadı. Sabaha kadar hep orada, karısının etrafında dolaştı.

Ortalık aydınlanmaya başlayınca derin bir nefes aldı. Yollarına devam etmek ve hiç olmazsa oralardaki bir köye kadar gitmek istiyordu. Bayır tarafındaki çalılıklara doğru yürüyerek atını aradı. Hayvan bir kayanın dibine sığınmıştı. Yusuf, kendi kendine:

"Eyvah, çulunu örtmemişim; hastalanmasın sakın!" dedi. Dizginleri eline alarak karısının yattığı yere geldi.

Muazzez hâlâ uyanmamıştı. Yusuf yavaşça ona sokuldu, eliyle dokuna­rak:

"Kalk Muazzez, yola çıkalım!" dedi.

Önündeki vücudun kımıldamadığım görünce gocuğun kenarını kaldır­dı ve hiçbir şey söylemen, büyümüş gözlerle, uzun müddet oraya baktı.

Genç kadının yüzü bembeyazdı; hafifçe aralık duran ağzı ile uyuyor ve gülümsüyor gibiydi. Yalnız gözlerinin bir kısmını meydanda bırakan göz kapakları, bu sakin uyku manzarasına korkunç bir mahiyet veriyordu.

Yusuf eğilerek, karısını omuzlarından yakaladı. Kucağında arkaya doğ­ru kayan ve kumral saçları yerlere kadar uzanan bu başa yüzünü yaklaş­tırarak koklamaya ve onun donmuş yanaklarını titrek parmaklarla okşa­maya başladı. Kendi yüzü de sapsarı idi.

Dudaklarını kanatırcasına ısırdı ve Muazzez'i yavaşça bıraktı. Hayva­nın terkisinde duran heybeye elini soktu. Burada hâlâ birtakım defterler ve makbuz koçanları duruyordu. Hepsini çıkarıp yere fırlattı. Heybenin ta dibinden büyükçe bir bıçak aldı ve onunla toprağı kazmaya başladı.

Güney oldukça yükseldiği için karlar eriyor ve toprağı yumuşatıyordu. Öğleye doğru oldukça derin bir çukur hazırlamıştı. Karısını, sarılı olduğu gocukla beraber, kollarına alarak oraya getirdi. Hafif bir rüzgâr Muaz­zez'in saçlarını uçuruyordu. Genç adam bu sırada onun sırtında pembe atlas entarisi olduğunu fark etti. Arkasına bir bıçak yemiş gibi sallandı. Bir eliyle yanı başındaki ağaca tutunmasa düşecekti. İlk kaçırdığı akşam da Muazzez'in sırtında bir entari vardı.

Kazdığı çukurun başına çömelerek kucağındaki ölüyü koklamaya baş­ladı. Yüzü korkunç bir hâl alıyor, kuru gözleri patlayacak kadar dışarı fır­lıyor ve çamur içindeki elleri asabî hareketlerle Muazzez'in soğuk vücu­duna sarılıyordu.

Bu sırada gocuk kaydı ve genç kadının vücudu meydana çıktı. Sol om­zunda, boğazına yakın bir yerde, kan pıhtıları birikmiş ve elbisesini ta aşağılara kadar boyamıştı.

Yusuf gözerini bu yaraya dikti ve belki yarını saat hiç kımıldamadan baktı. Orada, o kanlı çukurdu, şimdiye kadar geçen bütün hayatını görü­yor gibiydi.

Bir müddet sonra derin bir nefes aldı. Karısını tekrar gocuğa sararak, incitmekten korkuyormuş gibi ihtimamla, çukura yerleştirdi ve yumuşak toprakları avuçlarıyla çabuk çabuk onun üzerine attı.

Bütün bunları gayet sükûnetle, adeta bir diriye hizmet edermiş kadar itina ile yapıyordu. Yalnız önünde sarı ve rutubetli topraktan bir tümsek belirince gözlerini ona dikti; gırtlağı yırtılır gibi, bir kere:

"Ah!.." diye bağırdıktan sonra, yumruklarını karısının üstünü örten topraklara soktu.

Sonra ağır ağır doğruldu. Mezarın yanında ayakta durdu ve gözlerini ovaya çevirdi. Güneşin altında pırıl pırıl yanan zeytin ağaçlarının sonun­da, beyaz minareleriyle, Edremit görünüyordu.

Yusuf bir ovaya, bir de önündeki toprak yığınına baktı. Dişlerini ve yumruklarını sıktı. Dudaklarını ısırdı. Buna rağmen gözlerinden yanakla­rına doğru iri damlalar yuvarlanmaya başladı. Bu yaşlar bütün manza­rayı örtüvermişlerdi. Kollarının yeni ile gözlerini sildi. Hayvanına atladı. Bir kere daha dönüp baktıktan ve ömrünün en korkunç senelerinin geçti­ği bu kasabaya, yumruğunu uzatıp tehdit eder gibi salladıktan sonra, atı­nı ileriye, dağlara doğru sürdü.

İçindeki bütün yıkıntılara, bütün kederlerine rağmen başını yere eğmek istemiyordu. Matemini ortaya vurmadan tek başına yüklenecek ve yeni bir hayata doğru yürüyecekti.

(Şemsettin Kutlu, Başlangıçtan Günümüze Türk Romanları,

 

İnkılâp Kitapevi, İst. 1987)


Yalnızız

Peyami SAFA

“Samim ayağa kalktı ve odada dolaşmaya başladı. Meralin “r” harflerini nasıl telâffuz ettiğini düşünüyordu. Bilhassa “i”den sonra. Kendisi birkaç defa “güzeldi”yi tekrarladı. Birincide “i” harfinden sonra, “r” ne kadar ihmal edilirse edilsin, T’nin başka harfle çarpışmasından çıkan ve “ş”ye çalan bir ses, ikincide ‘T’nin boş kalan önünde yalnız kendi hafif aksinin çınladığı bir sessizlik meydanı vardı. Fakat birincinin sesi uzak bir ihtimalle, Samimin dikkatinden kaçmış olabilirdi. Sonra, Meral “güzeldir” dediğini söylemek için vakit kaybetmemişti. Kadın sezgisi ve yalan melekesi, o kadar kısa bir an içinde böyle bir izahı yakalayabilir miydi? Şuuraltı endüstrisinin bundan daha ne büyük harikalara muktedir olduğu düşünülürse, yalanın cinsi de, sürati de imkânsız değildi.

Samim hatırladı. Meral daha sonra izahım şöyle tamamlamıştı: “Evde otururken hep şöyle deniz gören, Boğazı gören bir yer düşünmüştüm”. Samim, kızın istanbul sayfiyelerinden birinde bir ev yaptırmakta hâlâ tereddüt eden babasından şikâyetlerini de hatırladı. Şüphesi uzaklaşıyordu. Onun yerine onun kadar ölçüleri yanlış bir emniyet hissi alabilirdi. Kendisini bu hata kutuplarından uzaklaştırmak için, bugün Merali gördüğü andan ayrıldığı ana kadar onun, hatırda kalan bütün sözlerini ve hareketlerini daha sakin bir dikkatin ışığında geçirmek istedi. Sıraya bir türlü hâkim olamıyordu. Onun kapıdan içeri girişini hatırlarken, sıra oturuşuna ve ilk bakışına geldiği zaman, zihni süratle “kavga” kelimesinin sertliği ve argo bahsi, hatta Boğaziçi meselesinin üstünden kaydı, geriye ve ileriye gitti, fakat muayyen bir noktaya nişan almış gibi muntazam bir ritmle sallandıktan sonra hediye üstünde durdu.

Evvelâ Meralin sevincini, sonra hayretini hatırladı. “Feriha’nın rujunun tıpkısı”. Burada beki şuuraltından gelen bir anlayışla, zihnin tuhaf bir ısrarı vardı. Samimi düşünmeğe davet ediyordu. Fakat ne var bunda? Tıpkısı olamaz mı? Olmasa ne çıkar? Meral aldanmıstır. Cümle nasıldı? “Hayret… Çok güzel.. .Feriha’nın…”

 


Samim birdenbire sıçradı ve ayağa kaltı. O zaman nasıl, nasıl dikkat etmemişti buna? Feriha’nın rujunu Meral nerede gördü? Bunlar Fransız Konsolosluğunun önünde birbirine rastlamışlar, beraber yürümüşler ve ayrılmışlar. Cadde ortasında Feriha dudaklarını boyamış olamaz…Rujunu çıkarıp Meral’e göstermiş de olamaz. O halde bunlar karşı karşıya bir yerde oturmuşlar. Nerede? Boğaziçi’ni gören bir yerde. Feriha’nın oteli Tepebaşı’nda imiş. Oradan Haliç görünür. Boğaziçi’ni gören otel… Otel… Ayaspaşa… Park Otel! Tamam. Feriha’nın orada oturmasına imkân yok. Taksim’de birbirlerine rastlamışlara oraya gidip oturmuş olabilirler. Fakat Meral’in Feriha’ya bir tesadüfle mi, önceden uzun bir tereddütün peşinden verilmiş bir karar ile mi gittiğinin de ehemmiyeti yok değil. Hele Feriha Park Otel’de oturuyor da Meral birTepebaşı yalanı söylemişse, bu ehemmiyet artar.”


 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol