Edebiyat

Hikaye




Hikaye nedir?

Öykü ya da hikaye, gerçek ya da gerçeğe yakın bir olayı aktaran kısa, düz yazı şeklindeki anlatıdırhikaye

Kısa oluşu, yalın bir olay örgüsüne sahip olması, genellikle önemli bir olay ya da sahne aracılığıyla tek ve yoğun bir etki uyandırması ve az sayıda karaktere yer vermesiyle roman ve diğer anlatı türlerinden ayrılır.

Öyküde, olayın geçtiği yer sınırlı, anlatım özlü ve yoğundur. Karakterler belli bir olay içinde gösterilir. Bu karakterlerin de çoğu zaman sadece belli özellikleri yansıtılır. Konu tümüyle düş ürünü olabilir, ya da son derece gerçekçidir. Genellikle ironik bir rastlantı yoluyla oluşturulan özel bir an üzerindeki yoğunlaşma sürpriz sonlara olanak verir.

Eski Yunan’daki fabl ve kısa romanslar, Binbir Gece Masalları öykünün habercileridir. Ama öykü ancak 19. yüzyılda romantizm ve gerçekçilik akımlarının psikolojik travma psikolojik ve metafizik sorunları öykülerinde masalsı bir anlatımla yansıttılar.

Rusya’da Gogol, Dostoyevski, Turgenyev ve Çehov’un öyküleri, öykü türünün edebi eserler arasında sağlam bir yere oturmasına büyük katkı sağlamıştır. Bilinen ilk öykü örneği ise İtalyan yazar Giovanni Boccaccio'nun Decameron adlı eseridir. Eser temel olarak 1348 yılında İtalya da ortaya çıkan bir veba salgınını konu alır.10 gün boyunca anlatılan 100 öyküden oluşur. Mutluluklar, kadın erkek ilişkileri, gönül yaraları, yerinde verilen yanıtlar, çıkar peşinde koşan din adamları öykülerin başlıca konularını oluşturur.

Türkiye'de öykü ya da hikaye kavramı diğer yeni türler gibi Tanzimat'tan sonra edebiyatımıza girmiştir. Öykünün bizdeki ilk gerçek temsilcisi olarak Ömer Seyfettin'i görmek mümkündür. Falaka,Başını Vermeyen Şehit,Pe'de hikayeciliğin gelişmesine çok büyük katkı sağlamıştır. Ayrıca Sait Faik Abasıyanık'ta Türk öykücülüğünün önemli temsilcilerinden biridir. Toplumun problemlerine değil bireyin toplum içindeki sorunlarına yönelen yazar, öykülerinde çoğunlukla kendisinden yola çıkıp bireyler hakkında yazarak insan gerçeğini anlamaya çalıştı. Çoğunlukla şehirli alt sınıfın hayatını yazan Abasıyanık, balıkçı, işsiz, kıraathane sahibi gibi karakterleri anlattı. İnsanların yaşama biçimlerini, isteklerini, tasalarını, korkularını ve sevinçlerini irdeleyerek, toplum meselelerinden çok "insanı ele alan sanatçılar" sınıfında yer aldı.

Hikaye'nin unsurları nelerdir ?

1- Olay: Hikayede üzerinde söz söylenen yaşantı ya da durumdur.

2- Kişiler: Olayın oluşmasında etkili olan ya da olayı yaşayan insanlardır.

3- Yer: Olayın yaşandığı çevre veya mekandır.

4- Zaman : Olayın yaşandığı dönem, an mevsim ya da gündür.

5- Dil ve Anlatım : Hikayenin dili açık, akıcı ve günlük konuşma dilinden farklı olarak, etkili sözcük, deyimatasözü ve tamlamalarla zenginleştirilmiş güzel bir dil olmalıdır.

Hikaye'de Plan

Hikayenin planı da diğer yazı türlerinde olduğu gibi üç bölümden oluşur; ancak bu bölümlerin adları farklıdır. Bunlar:

1- Serim: Hikayenin giriş bölümüdür.Bu bölümde olayın geçtiği çevre , kişiler tanıtılarak ana olaya giriş yapılır.

2- Düğüm: Hikayenin bütün yönleriyle anlatıldığı en geniş bölümdür.

3- Çözüm: Hikayenin sonuç bölümü olup merakın bir sonuca bağlanarak giderildiği bölümdür.

Ancak bütün hikayelerde bu plan uygulanmaz , bazı öykülerde başlangıç ve sonuç bölümü yoktur. Bu bölümler okuyucu tarafından tamamlanır.

Hikaye Çeşitleri

Hikaye, hayatın bütünü içinde fakat bir bölümü üzerine kurulmuş derinliği olan bir büyüteçtir. Bu büyüteç altında kimi zaman olay bir plan içinde , kişi, zaman, çevre bağlantısı içinde hikaye boyunca irdelenir. Kimi zaman da büyütecin altında incelenen olay değil, hayatın küçük bir kesiti, insan gerçeğinin kendisidir Bu da öykünün çeşitlerini oluşturur. Hikaye çeşitleri şunlardır:

1- Olay ( Klasik Vak'a ) Hikayesi: Bir olayı ele alarak, serim, düğüm, çözüm planıyla anlatıp bir sonuca bağlayan öykülerdir. Kahramanlar ve çevrenin tasvirine yer verilir Bir fikir verilmeye çalışılır; okuyucuda merak ve heyecan uyandırılır. Bu tür, Fransız yazar Guy de Maupassant ( Guy dö Mopasan) tarafından yaygınlaştırıldığı için “Mopasan Tarzı Hikaye” de denir.

Bu tarzın bizdeki en önemli temsilcileri: Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay, H. Rahmi Gürpınar ve R. N. Güntekin’dir..

2- Durum ( Kesit ) Hikayesi: Bir olayı değil günlük yaşamın her hangi bir kesitini ele alıp anlatan öykülerdir Serim, düğüm, çözüm planına uyulmaz Belli bir sonucu da yoktur. Merak ve heyecandan çok duygu ve hayallere yer verilir; fikre önem verilmez, kişiler kendi doğal ortamlarında hissettirilir. Olayların ve durumların akışı okuyucunun hayal gücüne bırakılır.

Bu tarzın dünya edebiyatında ilk temsilcisi Rus yazar Anton Çehov olduğu için “Çehov Tarzı Hikaye” de denir.

Bizdeki en güçlü temsilcileri: Sait Faik Abasıyanık, Memduh Şevket Esendal ve Tarık Buğra’dır.

3- Modern Hikaye: Diğer öykü çeşitlerinden farklı olarak, insanların her gün gördükleri fakat düşünemedikleri bazı durumların gerisindeki gerçekleri, hayaller ve bir takım olağanüstülüklerle gösteren hikayelerdir.

Hikayede bir tür olarak 1920’lerde ilk defa batıda görülen bu anlayışın en güçlü temsilcisi Fransız Kafka’dır Bizdeki ilk temsilcisi Haldun Taner’dir. Genellikle büyük şehirlerdeki yozlaşmış tipleri, sosyal ve toplumsal bozuklukları , felsefi bir yaklaşımla, ince bir yergi ve yer yer alay katarak, irdeler biçimde gözler önüne serer.

Hikaye yazarken dikkat edilmesi gerekenler

Hikayeler, kısa olmak zorunda olduğu için konuyu anlatış tarzı çok önemlidir. Hikaye'nin anlatıcısı, birinci tekil kişi yada üçüncü tekil kişi olabilir. Her iki yönteminde bazı avantaj ve dezavantajları mevcuttur.

Birinci tekil kişinin ağzından anlatılan hikayeler duyguların okuyucuya yansıtılması açısından avantajlıysa da; olayları tek kişinin bakış açısından anlatacağından kimi zaman elverişsiz olacaktır.

Bununla birlikte üçüncü tekil kişinin ağzından anlatılan hikayeler de olayın bütününün okuyucuya yansıtılması; okuyanı hikayede anlatılmakta olan olayın içinde çekmesi açısından daha avantajlıdır. Üçüncü tekil kişi olayı gördüğü gibi anlatır.

En uygun olanı hikayedeki olayların mı; yoksa duyguların mı ön planda olduğuna göre bir seçim yapılması olacaktır.

Hikaye yazarken dikkat edilmesi gereken bir diğer husus ise, hikayede geçen olayların okuyucunun gözünde canlandırılabilmesidir. Okuyucu hikayeyi okurken, kendini film seyreder gibi hissedebilmelidir. Bu özellikle görselliğin ön plana çıktığı günümüzde daha da büyük öneme sahiptir. Olayı gözünde canlandırabilen okur, hikayeyi okumaktan zevk alır ve sıkılmaz.

Hikaye'nin dili de oldukça önemlidir. Okuyucuyu sıkmamak için uzun cümlelerden kaçınılmalı, olayları anlatırken birkaç kelimeyle okuyucunun olayı kafasında canlandırabilmesi sağlanmalı; uzun tasvirler yerine aynı etki, vurucu birkaç kelime ile sağlanmalıdır. Sıfat yerine kullanılacak imgeler bunu kolaylaştıracaktır.

Hikaye kahramanlarını konuştururken, çok fazla ‘öyle dedi’, ‘böyle dedi’ demekten kaçınmak gerekir. Bu akıcılığı bozacaktır. Bunun yerine konuşmaların, tırnak işaretleri yardımıyla ayrılması konuşmaları daha akıcı hale getirecektir.

Özetle, yazar olayı anlatmaktansa; göstermeyi tercih etmelidir !

Hikaye'nin sözlükteki anlamı nedir?

1- Bir olayın sözlü ya da yazılı olarak anlatılması.

2 -Öykü.

3- Aslı olmayan söz, olay.


Hikaye Örnekleri

KARANFİLSİZ


"İşim mi?.. Eh işte..."

Caddede, kalabalık arasında kulağıma çarpan söz, bu.  Bu kadarcık: İşim mi? Eh işte... Öyle, sapı kırık, taç yaprak­ları dökük bir ses.

Dönüp bakmadım. Kim olduğunu görmedim.

Küçük bir işmiş. Önemsiz bir iş!

Kasa yapımında çalışan kaportacı arkadaşı, sabah ak­şam karşısına geçip de, inatlı, sabırlı, ona bunu öğretmeye kalkana dek, önemsiz bir iş yapmakta olduğunu bilmezdi. Kendisi için önemliydi, güzeldi, iyiydi. En iyi bildiği işti.

Atlı araba, kamyon kasalarını süslüyordu. Yeşiller, sarı­lar, maviler, kırmızılar, akarsular, göller, dağlar ve karanfiller onun  da içini süsler, günlerini güzelleştirirdi. Bu araba­ları, kamyonları sürenleri sevindiriyor olmalıydı. Yoksa, önünde neden sıraya girsinler, neden, gölün içinde bir ku­ğusu da mutlaka olsun, desinler?

 

Önüne getirilen her kasa tahtasını boyardı. Çiçekler, böcekler, dantela kıvrımlarla çektiği çerçeveye bir karanfil de kendinden katardı. Dedesinin işiydi. Sonra, babasının da işiydi. Dalları boyarken, göl kıyılarına sazlara atarken, de­desi gecenin bir ortasında, ak donuyla çıkar gelir, denir ki hâlâ sağ, başının ucuna dikilirdi.

“Gölün şıpırtılarını unuttun. Suları salınışını unutma. Boyayı da iyi ov. Renkler sevinsin” derdi. “Baştan savma! Dolunayı suya düşürmeyi unutma!"

Gözleri çakmak çakmak ona bakardı. Hoşgörmez bakışlarına karşın, babası gibi, dedesinin de kendisiyle övündü­ğünü bilirdi. Dağbaşlarına döne döne çıkan yollan, mavilik­lerde süzülen bir tepkili uçağı ikisi de akıl etmemişti. O yol­ların dönemeçlerini ne de yumuşak alıyor kamyon!.. Kamyon kasası üstündeki, bu yolları döne döne çıkan kamyon da çok süslüydü. Çiçek demeti gibi... Tepkili uçağın ardındaki ak çizgiyi pamuksu bulutlar böler. Böylece, dereleri hevesle oğar parlatır, suları gümüşsü yansımalarla çıldır­tırdı. Derken gözleri bulanır, sırtı ağrırdı. Şimdi, gözbebeklerine oturmuş bulanıklık aynı şey mi, bilinmez.

Babası, fırçayı eline verirken:

"Gönlünce yap. Başka şeye kulak asma" demişti.

Artık babası da yok. Kasa yapımında çalışan arkadaşı ise tepesinden hiç eksik olmuyor. Ne ki, "Çiçeğin göbeğini unuttun, mavinin dengesini kaçırdın" demiyor. Daha küçükken, işte bu kasa yapımına girmeden önceleri; sularına, karanfillerine duyduğu hayranlık eksile eksile bitmişti. Nicedir ak kanatlarını şişirmiş bir kuğuya  coşkuyla el çırpmı­yordu. "Şuraya da bir yelkenli..." demiyordu. Dudağının kıyısında aldırışsız bir gülümseme takılı oluyordu. O, önceleri bu gülümsemenin, süsleme işini küçümseme demeye geldiğini bilmiyordu. Aldırmıyordu. Her bir yanı renklere, ışınlara, biçimlere batmış bulanmıştır. Boyaları kendisini savunur. Gönlünde yepyeni karanfiller uçverir. Taç yapraklarının kıpırdanışını, sapların yumuşacık eğilişini, çağlayanların sesini değiştirir durur. Kaportacının "cık cık cık..."deyişlerini işitmez.

           Bir akşamüstü, aynı biçimde karşısına dikilmişti. O ise derenin üstüne küçük bir köprü atıyor, köprüyü ıslıklarla geçiyor. Ağzında bir türkü. Karanfillerse kulaklarının arkasına takılı. Dereyi, dolunayın sularındaki şavkını onlarla taçlandıracak. Hazırdırlar. Çerçeveyi çekecek, köşelere bi­rer de yıldız konduracak. Kaportacı:

"Boşuna çaba" dedi. "Boya, boya. Hepsi süs için!"

İlkin şaşırdı. Onun kasa yapımındaki yorgunluğunu surdaki serin sularla giderdiğini, içini dışını ovup yıkadığını sanmıştı. Derken ürktü. Yüzüne bakmadı onun. Direndi. Karanfillerinden birini kulak ardından çekip resimli tahta­nın üst başına kondurdu. Birini de, henüz tomurcukta ola­nı, gönlünden çıkardı, alt yana kondurdu.

Beriki kıs kıs gülüyordu. O, başını hiç kaldırmıyordu. Coşkusu yırtılır diye ürküyordu. "El değmiş coşkuya yama vurulmaz!" Dedesinin sözüydü.

Kaportacı, bir başka gelişinde:

"İş mi bu senin yaptığın?" dedi.

"Kötü mü boyuyorum? Kuğular çirkin mi? Kuşlar ölü mü?"

Yine başını kaldırmamış öteki yine güldü. Gülüşü hoyrat. Böyle, güle güle çekilip gitmişti. O da, kuğuları daha ak, kanatları daha parlak yapayım derken, bozdu. İlk bozuşuydu. Arkadaşı giderken: "Bizim atölyede tabancayı sı­karsın, bir saatte boyar geçersin koca bir kasayı" demişti. Aklı buna takılı kaldı. Güneş biraz solgun doğdu. Keçiyolunun ucunda açan gül yaşlı oldu. Bir de bayrak gerekliydi. Bayrağı nereye sıkıştıracağını bilemedi. Gönlünde karanfiller. Yine hazırdı. Yine oradan alınıp kulak ardına takılmayı, oradan da çekilip köşelere iliştirilmeyi bekliyordu. O gün buna yüreklenemedi. Karanfilleri olduğu yere bıraktı.

Kaportacı tanışı, bir başka gelişinde:

"Ne işe yarar bu çocuk resimleri?" dedi.

             O da gönlündeki bir karanfile öfkeyle sarıldıçekip alırken sapını kırdı. Fırçasını bir yana koydu: 

  “Nilüferli sularım, ayın şavkı vurmuş dağbaşlarım, bitmez yolları kısa etmeye yetmez mi?

"Yolun daha kısası var" dedi beriki de. "Araba, kamyon sahiplerinin ise zamanı dar. Bak, gittikçe azalıyorlar önün­de kuyruk olmaya. Bizim atölyede çarçabuk teslim ediyoruz kasalarını. Niye beklesinler? Bu işten murat tahtayı çürütmemekse!.."

Murat, tahtayı çürütmemek ha!.. Bu kadarcık mı? Nilüferli göller hiçbir şey demek değil mi? Sapları tomurlu al al karanfiller?..

"Bu resimleri hâlâ seven sürücüler var" dedi, sesi öl­gün.

Çayır çimenleri, çimenlerdeki ak kuzuları boyamaya koyuldu. Öteki yine gülmüş, yine güle güle çekilip gitmişti. O da, gümüş suların aktığı ovaları daha iri karanfillerle çerçe­veleyip bezedi. Sapların boynu biraz büküktü. Şaştı. O gece, eli ayağına dolanarak dört bir köşeye altın sarısı birer yarımay kondurdu. "Gönlünce yap, başka şeye kulak asma!" Babasının sesiydi. O da başını kaldırdı, kuşkuyla bak­tı babasına "Dünya gönlümüze mi kalmış baba?" diye sordu. Yanıt alamadı. Renkleri ovdu, fazla ovdu.

Kaportacı birkaç gün hiç uğramamıştı yanına. Onun da içindeki kuşku biraz yatışır gibi oldu. Gönlünde tomur to­mur yeni, pembe karanfiller açtı. En pembelerini tahtaya geçirirken fes rengine boyadı. Boyarken kendini yorgun duydu.

      Bu kasayı bugün bitirmeliydi. Yetişmedi. Kasa resimlemede ününü duymuş biri, eski boyaları dökülmüş kasasını süsletmeye getirecekti, getirmedi. Belki yarın... 

        O yarın olunca, boyanacak kasa değil, yine kaportacı çıkageldi. Günbatımıydı. Dosdoğru atölyeden geliyordu. Günboyu tam altı kasa boyadığını söyledi. Tek renk üstü­ne. Tabanca boyayı sıkıyorsun, vızzt, vızzt, vızzt, bir uçtan fırçasının ucunu şaşırttıracak denli çok Konuştu. "Erkek”in altını iyice çizmişti. Üstüne bastıra bastıra söylemişti.

  Fırçanın ucu iyice titredi. Bir kuşun kanadı kırıldı. Kanat, başını alıp gitti. Onu yakalayamadı. Kulağının arkası yandı, kaşındı.

"Hem, kasa boyamak yetmez" diyordu beriki. "Kasayı yapmak da gerek."

    Neden yetmezmiş, anlamıyordu. Erkekliğinden ne artmış, ne eksilmiş? Kasa yapmasını bilmiyordu. Kasaları süs­lemesini biliyordu. Gönlünün karanfillerini...

     "Boyaları dökülmüş eski kamyon var ya? Hani adam senin şu kuşların, çiçeklerinle bezetecekti?.. Kasayı bize getirdi. En aşağı bir hafta işinden olmak istemiyormuş. Yük çekecekmiş. Resimletmektense... Biz bir günde yeşili çekip verdik. Boydan boya... Pırıl pırıl. Sevine sevine gitti. Hem de ucuz." Ucuz ha? Hem de ucuz!

Dedesi de, babası da çok silik geçtiler gözlerinin önün­den. Sanki hiç yaşamadılar. Gülleri, nilüferleri hiç açtırma­dılar. Sular hiç yaldızlanmadı. Tepsi gibi bir ay hiç doğma­dı dağbaşlarından. Sular hiç çığıldamadı..

Yokluğa karşı durdu; çimenlerde iri papatyalar açtırdı. Önündeki son kasaydı.

Yarın yenileri olur. Yeni kasalar gelir. Gele gele gürgenden bir çeyiz sandığı geldi. İşi uzattı. Bitmesin diye, sandığı bildiği bütün renkler, biçimler, pırıltılarla donattı. Karanfiller bu kalabalık arasında yitti, gitti. Yine de bir türlü bitirmedi önündeki işi.

  Caddeler, sokaklar ne kadar kalabalık. Dükkân, vitrin önleri omuz omuza insan. Yüzler pek renksiz, ışıksız, göz­ler pek pırıltısız:

İşim mi? Eh işte..

ADALET AĞAOĞLU 

Rehine



 Zalimler zalimi Diyonis’e gizlice yaklaşırken, Damon’un üzerinden bir hançer çıktı.  Zaptiyeler onu hemen zincire vurarak kralın önüneçıkardılar. 

Canavar, kaşlarını çatarak gürledi:


— Ne yapmak istiyordun, söyle, bu hançerle sen? 
— Zalim,  memleketi kurtarmak istiyordum senin elinden. 
— Demek öyle! Uslanırsın, çarmıha gerilince hemen! Damon hiç çekinmeden: 
— Ölmeye hazırım, dedi, Sana hayatım için yalvaracak değilim. Yalnız senden ufacık bir dileğim var. Şimdi bana, üç günlük bir süre ver. Kız kardeşimevlenecek, düğününü yapayım bu sürede. Bu arada bir dostumu rehin bırakayım sana.  Dönmeyecek olursam, onu öldür yerime. 
    Kral bunu duyunca sinsi sinsi gülümsedi, önce biraz düşündü ve sonra söze başladı:


— Peki, bu üç gün için sana lütfen izin var. Ancak şunu bil ki, geçer geçmez bu günler, dönerek derhal teslim olmazsan eğer, dostun senin yerine çarmıhagerilecek, senin ölüm cezan ise hemen affedilecek. Derhal dostuna koştu Damon:


— Zalim kralın emri var, beni öldürmek için çarmıha gerdirecek. Onu öldürme düşüncemi, kanla ödemem gerek. Fakat şimdi beni üç gün serbest bıraktılar,kardeşini sözlüsüyle evleninceye kadar. Bu arada sen, kralın yanında rehin kalacaksın, ben gelip kurtarıncaya değin. Sadık dostu, Damon’u kucakladı, hiçbir şey söylemeden zalim krala teslim oldu. Bunun arkasından Damon, yola koyuldu. İznin üçüncü günü, henüz güneş doğmadan, kardeşinin düğünü olup bitmişti çoktan. O zaman derin bir endişeye kapıldı Damon. Süre bitmesin diye, koşarak yola çıktı hemen. Bardaktan boşanırca yağmur yağıyordu. Çağlayarak Dökülen seller dağları aşmış, azgın dereler coşmuş, geniş nehirler taşmıştı. Elinde sopasıyla Damon, nehrin kıyısına gelip durdu. Tam bu sırada, bir anafor köprüyü uçurdu. Dalgalar çarpa çarpa Kemerleri parçaladı; gök gürlemeleri arasında, köprünün taşları suya döküldü.  Kıyıda şaşkın şaşkın dolaşıyor, umutsuzluk içinde, etrafı bakınıyordu gözünün yettiği kadar. Ne kadar bağırsa duyacak, ne bakacak kimse vardı... Kaldı ki ne kayıkçı, ne de salcı, onu geçirmek için istediği sahile, sığındıkları ayrılabilirlerdi. Çünkü nehir coştukça coşmuş, denize dönmüştü. Damon, ağlıyor, yerlere kapanıyor ve yüksek sesle yalvarıyordu, Ellerini göklere doğru kaldırdı:


— Tanrım, dedi,         nehir artık coşmasın, sen durdur onu! Bak saatler geçiyor, ilerliyor hızla zaman. Güneş artık tepemde, battı batacak nerdeyse. Şehirde bulunmazsam o zamana kadar, sadık dostumun mutlak kıyarlar hayatına...  Fakat nehir şiddetini yeniden artırdı. Dalgalar hiç durmaksızın birbirini kovalıyordu. Öte yandan dakikalar, saatler hızla geçip gidiyordu. İçini korku kaplayan Damon, cesaretini toplayarak kendini, kuduran dalgalara fırlattı. Kuvvetli kollarıyla nehri ikiye böldü, kulaçlar atarak karşı kıyıya vardı. Tanrı acımıştı Damon’un haline...


       Kıyıya varır varmaz, hemen koşmaya başladı Damon. Bir yandan da kendini kurtaran Tanrı’ya şükrediyordu. Tam o sırada, ansızın, gözleri ölüm saçan bir sürü haydut, şimşek gibi fırladı kapkara bir ormanın içinden; yolunu kestiler, hızla kaçmak isteyen Damon’u durdurdular. Ellerinde dehşet saçan sopalar sallanıyordu. Geç kalma korkusundan sarardı Damon:

 Ne istiyorsunuz, dedi, kuru bir candan başka hiçbir Şeyim yok benim, onu da biraz sonra krala vereceğim!..  Sonra birinin sopasını kaparak “Dostumun başı için acıyın bana!’ dedi, korkunç darbelerle üçünü yere serdi. Öbür haydutlar, selameti kaçmakta buldular.


       Bu arada hava açmıştı; her yer güneşten cayır cayır yanmaya başladı. Bu korkunç kavga onu pek halsiz bırakmıştı. Yorgunluktan ve susuzluktan dizleri titremeye başladı, daha fazla dayanamayıp yıkıldı kaldı yere. Çaresizlik içinde yine seslendi Tanrı’ya: “Haydutların elinden kurtardın, şu mukaddes toprağa kavuşturdun beni lütfen, şimdi burada açlık ve susuzluktan mahvolup gitmeme, öte yanda beni seven dostunun ölmesine gözünü yumacaksın!..”

 
        Tüm umutlarını yitirmek üzereyken, birden, hemen yanıbaşında, billur gibi şen sesler çıkararak akan bir kaynağın şırıltısını duydu. Nefesini tutarak dinlemeye koyuldu. Duyduğu, yalçın kayalıklardan fışkırıp taştan taşa sekerek akan bir kaynağın, mırıl fısıldayışıydı. Berrak suyun üstüne sevinçle eğildi, kana kana içti, sıcaktan kavrulan zavallı organlarını tek tek serinletti.


Sonra yeniden koşmaya başladı Damon. Artık, yemyeşil dallarıyla pırıl pırıl parlayan çimenleri güneşten koruyan ağaçların dev gibi uzayan gölgesinde devam ediyordu yola. O sırada iki yolcuyla karşılaştı. Koşarak geçip uzaklaşırken yanlarından, yolculardan birinin ağzından çıkan şu sözü duydu: “Zavallıyı şu anda çarmıha geriyorlar!..”


         Korku kanatlandırdı ayaklarını birden Damon’un. Endişeler, acılar onu çılgınca kovalıyordu adeta. Sonunda, Siraküza şehrinin yükselen surları, uzaklardan, kızıllıklar içinden ışıldamaya başladı. O an sadık bekçisi Filastratus önüne çıktı. Üzüntüden ve korkudan titreyen bir sesle uyarmaya çalıştı efendisini: 
- Artık kurtaramazsın, geriye dön, nafile!.. Sen dostunu bırak da kendi canını kurtarmaya bak!.. Zavallıyı şu anda çarmıha geriyorlar... Tevekkülle bekledi saatler geçse bile, “Elbet gelir”, diyordu, ruhundaki ümitle... Zalim çok alay etti onunla acı acı, onunsa sana karşı hiç sarsılmadı inancı. 
- Geç kalmış olsam bile dostumu sevindirmeye, kurtarıcı olarak yetişemesem de ona, bari beraberce bir ölüm müyesser olsun bana. Kanlı zalim kalkmasın asla böbürlenmeye, “Bir dost, dostuna karşı hainlik etti!” diye... Kurban edip kanımıza girerek ikimizin,    sevgi  ile sadakat ne demekmiş öğrensin!.. 
         Güneş batmak üzereyken sur kapısına vardı. Cellat koca çarmıhı çoktan oraya dikmiş, etrafına bir sürü kalabalık birikmiş, dostunu yavaş yavaş ipe çekiyorlardı. Şiddetle atılarak kalabalığı yardı:


- Dur cellat, geldim, diye koştu haykırarak, o benim kefilimdi, beni as, onu bırak!.. 
     Etraftaki halk bile bu işe hayret etti. İki candan dost, düşüp kucak kucağa, sevinçten ve kederden ağlamaya başladılar... Bu hali görenlerin gözleri yaşardı. Bu mucizemsi haber, krala da ulaştırıldı. Kral:

 

     “Hareketiniz kalbimi size bağladı, dedi. Demek ki mertlik ve dostluk bağlılığı boş kelimeler değilmiş. Şimdi benim de sizden bir ricam var. Beni de dostluğunuza kabul edin ve üçümüzün kalbi bundan sonra bir olsun” dedi.

F.V. SCHİLLER

 




 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol